Ayla Dikmen (1944 - 1990) Kütahya’da doğdu. Baba Ali Rıza Dikmen ve anne Bedriye Dikmen’in en küçük çocuklarıydı. Müziğin baş köşeye kurulduğu bir evde gözlerini açtı hayata. Baba piyano ve ud, anne ise keman çalmaktaydı.Abla Meral Dikmen ve ağabey Oktay Dikmen bu müzik ortamına bir parça uzak kaldı. Ancak Ayla Dikmen’in hemen hemen her günü müzikle dolu geçti, hemen hemen her gününü anne ve babasını dinleyerek geçirdi.

Küçüklüğünde ‘haylaz’ bir çocuk olduğu söylenir. Elbisesini ters giyip bisiklete binmeleri aile ve akrabalar arasında en çok konuşulan konuymuş; aynı zamanda yüzlere tebessüm yerleştiren, gülümseten bir konu.

İlk, orta okul ve lise eğitimini Aydın’da tamamladı. Lisedeyken okul korosuna katıldı. Müzik öğretmeni İhsan Ünaldı aynı zamanda türkü de derlemekteydi ve Dikmen, Aydın Lisesi’nin radyosunda solist olarak şarkı söylemeye başladığında ilk olarak hocasının derlediği bu türküleri söyledi. Ardından da, büyük zorluklarla dinlemeye çalıştığı Kahire Radyosu’ndan öğrendiği Batı müziği şarkılarını (İngilizce olarak) seslendirdi.

Lise çağı bitince Ankara’ya gitti ve burada Ankara Yüksek Ticari İlimler Akademisi’nde eğitimine devam etti. Bu eğitimi sırasında TBMM’de ‘stenograf’ olarak da çalışmaya başladı. Ardından da, ‘sekreter’ yetiştiren bir okulda stajyer öğretmenlik yaptı.

Müzik ile profesyonel olarak ilgilenmeye başlaması İlham Gencer sayesinde oluyor. Gencer, bir çay partisinde tesadüfi olarak Dikmen’i dinliyor ve kendisine bu işe mutlaka profesyonel olarak devam etmesi gerektiğini öğütlüyor. Dikmen, bu ‘öğüt’ sonrası bir ‘şarkıcı’ olmayı ciddi olarak kafasına koyar. Ancak ailesinin bu isteğini engelleyeceğini düşündüğü için evde bundan hiç söz açmaz ve eğitimine ikinci bir üniversite ile devam etmek istediğini söyleyip İstanbul’a gelir, Siyasal Bilgiler’e kaydını yaptırır. Genç Dikmen’in asıl niyeti, müzik dünyasına profesyonel bir giriş yapmak için gerekli bağları kurmaktır. Bunu da Yavuz Özışık ile tanışarak başarır. Ailesinden korktuğu için adını değiştirir ve Parla Nur adını seçerek Özışık ile çalışmalara başlar. Özışık ile yaptığı bir radyo programı sırasında, Türkiye Müzisyenler Sendikası’nda oldukça aktif bir rolü olan Şerif Yüzbaşıoğlu ile tanışır. Bu tanışma, Dikmen’in hayatını tamamen değiştirecektir. Yüzbaşıoğlu, Dikmen’i dinledikten hemen sonra orkestrasına katılmasını teklif eder. Yüzbaşıoğlu’nun orkestrası oldukça önemli bir orkestradır ve bu orkestrada ‘kadın solist’ olmak Dikmen’in hayal dahi edememiş olduğu bir durumdur.

NİKSARIN FİDANLARI

Şerif Yüzbaşıoğlu Orkestrası ile başlayan prova ve çalışmaların ilk sonuçları 1964 yılında yapılan 2. “Boğaziçi Müzik Festivali”nde alınır. Festival jürisi, “En Başarılı Şantöz” olarak Ayla Dikmen’i seçmiştir. Müzik yaşamının henüz baharında olan bir genç şarkıcı için oldukça önemli bir ödüldür bu; Dikmen’in iyi bir ‘yorumcu’ olarak kabul edilmesini sağlayacak, önündeki bütün engelleri kaldıracak, yolları açacak bir ödül. Bu festivalin hikayesi, İletişim tarafından yayınlanan “Hafif Türk Pop Tarihi” adlı kitapta şöyle anlatılır.

“Robert Kolej, ilk defa bir yıl önce düzenlediği Boğaziçi Müzik festivali’nin ikincisini yapmaktadır. Festival tertip komitesi; ‘geçen yılki hata ve düzensizlikleri göz önünde tutarak, sonuçları tayin edecek jüri heyetinin üyelerini büyük bir titizlikle’ seçer. İsim yapmış neredeyse bütün gruplarımızın katıldığı ve iki gün süren bu festivalin sonuçları açıklandığında ise; ‘dünyadaki bütün yarışmalarda olduğu gibi bu neticeleri hem alkışlayanlar hem de ıslıklayanlar’ olur. Pop müziği için ‘dünyada bundan daha saçma ve zırva bir müzik düşünemiyorum, zırtapoz müziktir bu’ diyen Cüneyt Sermet de jüridedir ve pop müzik konusunda, fikirlerini bu kadar aleni bir şekilde dile getirmiş birinin, böyle bir festivalin jürisinde yer almasını herkes yadırgar. Festivalin ikincisinde de epey sayıda ödül vardır. Ayla Dikmen, Başar Tamer ve Salim Dündar’lı Şerif Yüzbaşıoğlu ‘en iyi orkestra’; İlham Gencer, ‘İstanbul’ ile ‘en iyi beste’; Şerif Yüzbaşıoğlu, ‘Eminem’ ile, ‘Türk folklorundan en iyi aranjman’, ‘Fascination’ ile ‘Batı müziğinden en iyi aranjman’ ödülünü alırken, Kanat Gür ve Ergun Özer de, ‘en iyi vokal’ ödüllerini paylaşırlar. ‘En iyi enstrümanlar’ ödülü bu yıl da vardır: Şerif Yüzbaşıoğlu (piyano), Ersin Ünlüsoy (kitar), Muhittin Paydaş (alto saks) ve Metin Altın (tenor saks) arasında pay edilir bu ödüller de. Yani en iyi dört enstrüman ödülünün üçü, en iyi orkestra seçilen Şerif Yüzbaşıoğlu Orkestrası’na gitmiştir. Ayla Dikmen’in de ‘en başarılı şantöz’ olduğu bu yarışmada, bir dolu kategoride, ikincilik ve üçüncülük ödülleri bile vardır. Ama ödül sayısının bu kadar çok olmasına rağmen, katılan grupların sayısı o kadar fazladır ki, bazılarının kısmetine hiç ödül düşmez. O dönemin en sevilen ve teklif üstüne teklif alan orkestralarından Şevket Uğurluer Orkestrası bile, ancak ‘en iyi beste’ dalında (‘You’ adlı şarkı ile) üçüncülük ödülü ile yetinmek zorunda kalmıştır.”

Bu festival biter bitmez, gündeme “Balkan Melodileri Festivali”ne Türkiye’nin de katılacak olma ihtimali oturur. Henüz birkaç yıllık maziye sahip bir müzikal tür olan pop müziğimizin, yurt dışındaki ilk imtihanı olacaktır bu festival. Eylül ayında yapılacak olan Balkan Melodileri Festivali’ne gidilecek olma heyecanı bütün orkestraları ve solistleri çok etkilemiştir. Elbette her grup kendisi gitsin istiyordu ama, kararı verecek olan Türkiye Müzisyenler Sendikası’ydı. Sendikanın yönetim kurulu da, Temmuz ayında, 2. Boğaziçi Müzik festivali’nde bütün ödülleri toplamış Şerif Yüzbaşıoğlu Orkestrası’nı seçer bu iş için. Karar herkese makul gelmişti; yeni bir yarışma yapılmıyor olduğuna göre, kısa bir zaman önce, derli toplu bütün orkestraların yarıştığı bir festivalde birinci olmuş bir grubu, yurt dışında da bizi temsil etmesi için göndermek son derece yerinde bir karardı. Balkan Melodileri Festivali’nin yapılacağı Eylül ayı yaklaşmaktayken, Türkiye Müzisyenler Sendikası’nın açıklaması herkesi şaşırtır. Sendika, festivale göndermeye karar verdiği Şerif Yüzbaşıoğlu Orkestrası’ndan vazgeçmiş ve türlü gruplardan alınan elemanlarla yepyeni bir festival orkestrası oluşturmuştur. Sendika başkanı Muammer Yeşil, festival orkestramızı şöyle açıklar: “Piyanist Selim Özer, tenor saks ve flüt Erol Erginer, gitar Yurdaer Doğulu, kontrbas Alper Feyman ve bateri Vasfi Uçaroğlu…” Orkestranın önüne de, Tülay German, Erol Büyükburç ve Tanju Okan yerleştirilmiştir.

Hem Şerif Yüzbaşıoğlu’nun hem de Dikmen’in çok önemsediği Balkan hayali Türkiye Müzisyenler Sendikası’nın kararı ile gerçekleşememiştir ama bu geçici bir durumdur. Dikmen ve arkadaşları, bir yıl sonraki festivalde Balkanlar’ın yolunu tutacaktır. İkinci kere gidilecek olan bu festivalin hikayesi ise “Hafif Türk Pop Tarihi”ne şöyle yansır:

“1965 yılının Temmuz ayı da, Türk Popu için yoğun geçen bir ay olur. Altın Mikrofon’u ve Boğaziçi Müzik Festivali’ni geçirip gitmiş müzisyenlerimiz, bu sefer de, Balkan Melodileri Festivali’ne ikinci kere gidilecek olmanın heyecanı ile dolup taşmaya başlarlar. Festivale gidecek orkestrayı, yine Türkiye Müzisyenler Sendikası seçecektir. Sendika, o günlerin en önde gelen 15 orkestra şefini toplayıp, onların yardımı ile 2. Milli Orkestra’mızı oluşturmaya çalışır. Geçen yıl Şerif Yüzbaşıoğlu Orkestrası ile birlikte gidecekleri açıklanmış ama daha sonra vazgeçilmiş Ayla Dikmen ve Başar Tamer nihayet ‘Milli Orkestra’ kadrosuna dahil edilmiştir. Erol Erginer, Yurdaer Doğulu, Kanat Gür, Alper Feyman, Vasfi Uçaroğlu ve geçen yıl kırılan kalpleri telafi babında Şerif Yüzbaşıoğlu da orkestranın diğer elemanları olarak seçilmiş, Ağustos ayında, Bulgaristan’da yapılacak olan festivale gitmek üzere hazırlıklara başlanmıştır. Hazırlıklar başlar başlamasına ama, ilk başa gelen orkestranın eksilmesidir. Bu yıl dört solist ile oluşturulması tercih edilmiş orkestradan, Kanat Gür, mecburen ayrılır ve orkestrayı, tıpkı geçen yıl olduğu gibi yine üç solistli bir halde bırakır. Kanat Gür, sürekli olarak çalışmakta olduğu mekandan izin alamamıştır. Repertvuar çalışmaları sürmekteyken, geçen yıl yapılan seçim ile bu yılki seçimin karşılaştırılması gündeme kendiliğinden gelir ve ilk açıklama Başar Tamer tarafından yapılır: ‘Geçen yıl seçilmediğimi öğrenince çok üzülmüştüm…’ Muammer Yeşil ise, kimsenin dikkatini çekmemiş bir konuyu açıklar. Aslında Süheyl Denizci de seçilmiştir orkestraya ama işleri nedeni ile gidemiyeceğini bildirmesi üzerine, yerine Erol Erginer alınmıştır… Herkesin, ısrarla başka türkü yokmuş gibi aynı türkülerin peşinden koşması hala devam etmektedir. ‘Kızılcıklar Oldu mu?’, ‘Dere geliyor Dere’, ‘Halimem’, ‘Adanalı’ ve ‘Mühür Gözlüm’ kapanın elinde kalmakta, kimse bunları söylemeye doyamamaktadır. Kimse, ‘türküden bol ne varki, ben kendime başka türkü bulayım’ diye düşünmemekte, ille de birilerinin bulup düzenlediğinin peşinde koşmaktadır. Çok geçmeden, Ayla Dikmen yarışacağı şarkıyı açıklar; sanatçı daha önce kimse tarafından keşfedilmemiş bir türkü ile yarışacaktır: ‘Niksar’ın Fidanları’. Bir zaman geçtikten sonra, sendika, Kanat Gür’ün yerine de bir başka birini bulmaya gayret eder ve Ersin Ünlüsoy’u koyar onun yerine. Bu arada, Kanat Gür Orkestrası’nın kadrosunda olan Erol Erginer de, ‘ya festival ya iş’ ikilemi ile karşı karşıya bulur kendini, patronu gibi yapmaz ve festivali seçer, sendikayı yeni bir problem ile karşı karşıya bırakmaz… Milli Orkestra’mız, vali Niyazi Akı’nın sendikaya verdiği 10.000 liranın yardımı ile gider Bulgaristan’a. 14 Ağustos Cumartesi günü, sabah dokuzda, Taksim’deki ‘henüz bitmemiş opera binası’ önünde buluşur ekip. Bütün ekibin göğsünde ay – yıldızlı bayrak vardır ve hepsi bir örnek (gri takım elbise, beyaz gömlek, siyah kravat) giyinmişlerdir. Kafileye eşlik etmesi için seçilmiş üç basın mensubu bile bu askeri disipline uymuş, onlar da (valinin verdiği paradan karşılanıp karşılanmadığı bilinmiyor olan) aynı kıyafetlere bürünmüşlerdir. On üç ( 10 orkestra + 3 basın mensubu) kişilik kafileyi “gözleri nemli yakınları” geçirmeye gelir, bayrak ve flamalarla süslü otobüs yola düşer. Lüleburgaz, Babaeski geçilir Edirne’ye gelinir oradan da festivalin yapılacağı şehir olan Burgaz’a varılır. Yarışma günü, ekibimiz sahneye büyük bir Bulgaristan bayrağı ile çıkar, Başar Tamer şarkılarının ilk dizelerini Bulgarca söyler, salon da elbette o saniyede alkıştan yıkılır. Puanların toplanabilmesi için, ekibimiz farklı bir bayrak açmıştır bu sefer. Haliyle toplar da. Başar Tamer ‘Çarşıya Kiraz Geldi’, Ayla Dikmen (daha önce ilan ettiği gibi) ‘Niksarın Fidanları’, Erol Büyükburç ise (ani bir manevra ile), ‘Olam Boyun Kurbanı’ adlı şarkıları söylemiş, salonu alkıştan inletmişlerdir. Sonuç yine birincilik olur. ‘Milli Orkestra yine Balkan Birincisi’ başlıkları ile duyurulur bu haber. Artık sık sık, bir yerlerde birinci oluyoruzdur. Orkestramız, döner dönmez; aralarında İstanbul, Ankara, İzmir ve Adana gibi şehirlerin bulunduğu bir turneye hazırlanır, yarışma şarkılarının derhal plak yapılabilmesi için görüşmeler başlar. Milli orkestramız, ilk konserini de, 6 Aralık günü İstanbul’da, Spor ve Sergi Sarayı’nda verir. Hava Kuvvetleri Dans Orkestrası ve Şevket Uğurluer Orkestrası’nı müteakiben millilerimiz sahneye çıkar ve resmen yer yerinden oynar. ‘4.000 seyirci’ kendinden geçmiştir. Orkestranın solistlerinden Ayla Dilmen’in ‘şahane tuvaleti içinde hakiki bir Türk lokumu’ olduğunu yazar gazeteler.”

İLK PLAK

Dikmen’in festivalde seslendirdiği “Niksarın Fidanları” adlı şarkının plak olarak yayınlanması ise 1966 yılında gerçekleşir. Melodi firmasının yayınladığı bu plak ile birlikte Dikmen’in ünü dört bir yanı saracak, ardından (yine aynı firma ile) ikinci plağını (“Merdiven / Mühür Gözlüm”) yapacaktır… Melodi ile yapılan bu iki plağın çok iyi bir satış grafiği çizmesi, Netfon firmasının Dikmen’e çok iyi şartlarda bir transfer teklifi yapmasına yol açar. Dikmen bu teklifi kabul eder ve listeleri sarsacak plaklarını sırayla bu firmaya yapmaya başlar. Bu plakların ilki “Sensiz Yaşamam / Nereye” adlı plak olur. Plak piyasaya sunulur sunulmaz, Dikmen’in şanssız olduğu konuşulmaya başlanır. Plağın ön yüzündeki “Sensiz Yaşamam” Ajda Pekkan’ın “Sensiz Yıllarda”, arka yüzündeki “Nereye” ise Özdemir Erdoğan’ın “Duyduk Duymadık Demeyin” adlı şarkılarıyla çakışmıştır. Yani Dikmen, Pekkan ve Erdoğan’ın seçtiği yabancı şarkıların aynısını seçmiş ve (Ülkü Aker’in yazdığı) farklı sözlerle tek bir plakta bir araya getirmiştir. Ancak işin başında ‘şanssızlık’ olarak değerlendirilen bu durumun aslında büyük bir şans olduğu kısa bir zaman içerisinde ortaya çıkar. Müzikseverlerin bir bölümü, çok sevilen bu iki şarkıyı iki ayrı plaktan dinlemek yerine tek bir plakta, yani Dikmen’in plağında dinlemeyi tercih etmiştir. Bu ilk plağın arka kapağında da hem kısa bir Ayla Dikmen biyografisine yer verilir, hem de bizzat Ayla Dikmen tarafından kaleme alınmış bir açıklamaya. Sanatçı, Melodi ve Netfon firmaları arasındaki sürede fazla plak yapılmamış olmasını dinleyicisine açıklama zorunda hissetmiştir kendisini: “Türkiye’de yapılan plakların istenilenden uzak olması beni plak yapmama kararını almaya mecbur etmişti. Ancak bugün için böyle bir endişe kalmadı. Artık memleketimizde de plak sanayisi tamamen gelişmiştir. Halkımızın kaliteli ve müzik yönü kuvvetli olan plaklara gösterdiği ilgi aşikardır. Bu nedenledir ki, bu sene plak çalışmalarına başladım. Arzum en iyi parçaları en iyi şekilde sizlere sunmaktır. Hepinize kucak dolusu saygılar,sevgiler…” Dikmen, yalnızca “Yaptığım işe bakarım” diye düşünmemiş ve sosyal sorumluluk hisseden bir sanatçı olarak baskı ve kayıt kalitesinin yeterince iyi olmamasından dolayı plak stüdyolarından uzak kalmaya karar vermiştir işte. Netfon’un bu ilk plak sonrası yayınladığı plak da (“Gençlik Gençlik / Sakın Karşımda Ağlama”) başarılıdır ya, asıl üçüncü plak olan (Mustafa Alpagut’ut iki bestesinin yer aldığı) “Alyanaklım / Yanan Mum” adlı plağın durumu bambaşkadır. Genç ve yetenekli bir müzisyen olan Alpagut, giderek dört bir yanı kuşatmaya başlamış olan ‘Anadolu pop’ akımının içinde gezinen iki şarkı yazmıştır Dikmen’e. Plak her iki yüzü ile büyük bir başarı sağlayacak ancak “Alyanaklım” adlı şarkı, stadyumlara taşınınca kendiliğinden “Yanan Mum”u sollayacaktır. Karacaoğlan’ın bir şiirinden bestelenen “Alyanaklım”ın, “Alma alma yanakları al gibi, boyu uzar gider servi dal gibi…” dizeleri fanatik taraftarlarca takımlarını desteklemek için seçilecek ve Dikmen’in bu şarkısı (hiç şüphesiz sözleri epeyce değiştirilmiş bir biçimde) yıllar yılı ‘tezahürat’ın bir ‘tezahür’ü olarak yankılanır…

KALBİME YAZDIM ADINI

Bu tezahürat döneminin ilk sonucu, Dikmen’i basının vazgeçemediği bir isim haline gelmesi olur. Çeşitli dergi ve gazetelerde yayınlanan ayrıntılı ve uzun röportajlar, Dikmen’in yalnızca çok iyi bir yorumcu değil aynı zamanda şen ve esprili biri olduğunu da gösterir hayranlarına. Gülmeyi ve güldürmeyi seven, yeri geldiğinde hayatı hafife alabilen ya da onunla dalga geçebilen çok nüktedan biri… Pop müziğin kalbinin attığı Hey dergisinin 17 Mayıs 1972 tarihli sayısında yayınlanan “Ayla Dikmen ile dedikodu yaptık” başlıklı röportajda Dikmen’in anlattığı bir ‘kulis hikayesi’, sanatçının bu yüzünü bütün doğallığı ile gösterir okurlara-hayranlara: “Ünlü klarnetçi Mustafa Kandıralı, geçen gün kuliste bir arkadaşı ile ağız kavgasına tutuşmuş. Kavgaya tutuştuğu kişi en sonunda ‘Sus’ demiş Mustafa Kandıralı’ya, ‘sus arkadaş, senin fonksiyonun ne?’ Susmuş Kandıralı. Ama söz dinlediği için degil, ‘fonksiyon’ kelimesinin anlamını bilmediği için susmuş. Hemen gelip Ayla Dikmen’e sormuş: ‘Affedersiniz, fonksiyon ne demek?’ Olayı gördüğü için atılmış Ayla: ‘Sana fonksiyonun ne dedi değil mi? Çok kötü bir laf söylemiş. Küfür etseydi daha iyiydi.’ Kandıralı sinirlenmiş, kıpkırmızı olmuş birden. Hışımla kavga ettiği arkadaşına dönmüş, bağırmaya başlamış: ‘Fonksiyon da sensin, bilmem ne de sensin Utanmaz adam!…’ Bu arada bir gerçeği de meydana çıkaralım. Adana’daki bir konserde Ayla Dikmen’le nişanlısı Coşkun Erdem’in kanununa karabiber eklemişler. Ünlü kanuncu kanununu çaldıkça karabiberler gözlerine sıçramaya başlamış. Gözlerini kapatmaktan, ovalayıp kırpıştırmaktan o gün doğru dürüst çalamamış sanatçı. Sahneden indikten sonra kıyameti koparmış ama bu muzipliği yapanları bulamamış. Gerçeği bu yazıyı okurken öğrenecek…”

Netfon’a yapılan şarkılar – plaklar birikince, dönemin politikası ya da geleneği gereği Dikmen’in ilk albümü de yayınlanır. Gayet sade olaak (tıpkı Coşkun’un yayınlayacağı ikinci albümde olduğu gibi) “Ayla Dikmen” olarak adlandırılmış ve kapağına daha evvel bir 45’lik üzerinde de oturtulmuş ‘elma şekerli’ bir Ayla Dikmen fotoğrafının oturdulduğu bu LP’ye sanatçının hayranları büyük bir ilgi gösterir. Müzik dünyasının kendisi ise, bu albümün Netfon ve Dikmen arasındaki işbirliğinin son halkası olduğunu düşünür; böyle düşünenler yanılmaz da.

Ama bu albümden hemen önce, Dikmen hayatının geri kalan kısmını boydan boya değiştirecek biriyle, Enis Berki’yle tanışır. Dikmen ve Berki’nin 17 Nisan 1968 tarihinde gerçekleşen bu tanışmalarının üzerinden fazla geçmeden ilişkilerinin ‘ciddi’ bir anlam taşıdığına karar verir ve nişanlanırlar. İkili, çok iyi anlaşacak, mutluluk içinde yüzecek ama her nedense ‘nişanlı olma durumu’nu bir türlü tamamına erdiremeyecek, yani evlenemeyeceklerdir. Dikmen ve Berki’nin nişanlı kalma konusundaki ısrarları, çok sonraları yalnızca müzik dünyasının değil, popüler kültür alanında kalem oynatan herkesin ilgisini çeken bir konu olacaktır. Sözgelimi, dönemin çok satan popüler kültür dergilerinden Ses, yıllar sonra bile bu konuya ilgi gösterecek, bu konudan söz açacaktır. Dergi, 2 Mayıs 1981 tarihli sayısında “Olmaz olmaz demeyin… 1968’de nişan, 1981’de nikah” diye bir başlık atacak ve bu konuyu sayfalarına taşıyacaktır.

“Nişandan nikaha kadar geçen sürenin fazla uzamaması gerektiği yolunda yaygın bir düşünce vardır toplumda. Aradaki sürenin uzaması halinde birçok tatsız olayın çıkacağı sanılır. Ama bu düşüncenin geçerli olmadığını ispat edecek bir çift var sanat dünyamızda: Ayla Dikmen – Enis Berki çifti. Bundan on üç yıl önce tanışmışlardı. Aralarında başlayan candan arkadaşlık, güçlü bir sevgiye dönüşünce de evliliğe giden yolda ilk adımı atmışlar ve nişanlanmışlardı. Ama atılan bu adımın sonu bir türlü gelmedi ve çift yıllar boyu nikah masasına bir türlü oturmadı. Fakat nişanlılıklarını tam bir bağlılık içinde sürdürdüler… Bu başarıyı nasıl gösterdiklerini Ayla Dikmen şöyle anlatıyor: Ben sanatıma bağlı bir insanım. Enis de en az benim kadar çalışmalarıma ilgi gösterdi. Parça seçimime varıncaya kadar her şeyimle ilgilendi. Ayrıca son derece entelektüel bir insandır. Girdiği her gruba kısa sürede uyar. Sorumluluk duygusu çok gelişmiş bir kişidir. Birbirimizden uzak olduğumuz günlerde en az üç kez beni telefonla arar. Bensiz hiçbir yere gitmez ve beni yalnız bir yere göndermez. Bu tutumu dedikodulardan uzak kalmamızı sağladı… Dikmen, ardından da büyük haberi veriyor: Bu yılın sonuna doğru evlenmeyi düşünüyoruz…”

AÇTIK AŞK DEFTERİNİ

Dikmen, ilk albümünün yayınlanmasının ardından Netfon ile yollarını ayırır ve Moda adlı bir firmaya tek bir plak (“Ayrılık Şarkısı / Seninleyim”) yapar. Ardından da asıl ‘altın dönem’ini yaşayacağı Coşkun Plak’a geçer. Müzik dünyamızın büyük ve güçlü firmalarından Coşkun, Ayla Dikmen gibi bir star’ı bünyesine kattıktan sonra hiçbir masraftan kaçınmamış ve yapılacak her plak için büyük bütçeler ayırmaya karar vermiştir. Bu yeni dönemin açılışı da çok şaşaalı bir biçimde yapılır. Ayla Dikmen “Aşk Defteri” ile açmıştır bu yeni dönemini. Fikret Şeneş’in hem duyarlı hem de esprili sözleriyle neredeyse baştan yarattığı bu şarkı, plak olarak yayınlanır yayınlanmaz dillere yerleşir. Dikmen, artık tek televizyon kanalımız olan TRT’nin de çok fazla davet ettiği yıldız durumuna gelmiştir. “Aşk Defteri”nin dillere düşmesi sonucu açılan televizyon kapıları, Dikmen’in daha sonra yapacağı şarkıların da anında yaygınlık kazanmasına yol açar. Başta “Yolcu Yolunda Gerek”, “Kim Dinler Sizi” ve “Anlamadın mı” adlı şarkılar olmak üzere, hemen hemen her Ayla Dikmen-Coşkun ortak çalışması satış rekorları kırar, listeleri alt üst eder. Bu başarı Dikmen’in ikinci albümünün de yayınlanmasına neden olur. Coşkun, hem 45’liklerin görece dağınıklığını telafi etmek, hem de Dikmen’in yaygınlaşan ünü nedeniyle artan talebi karşılamak için Dikmen’in ikinci albümünü yayınlar.

Bu ikinci albüm de, birinci albümde olduğu gibi Dikmen’in 45’liklerinin toparlanmasından oluşturulmuştur. Ama Coşkun’un yayınladığı (ve 45’lik olarak yayınlanmamış birkaç yeni şarkı ile de desteklenmiş) bu albümün dikkat çekici yönü tasarım ve ambalajıdır. Firma, ‘güzel sanatlar’a düşkünlüğü ile bilinen Dikmen’e oldukça zengin, oldukça gösterişli bir albüm kapağı yaptırmıştır; açılır-kapanır üç parçalı bir ambalajdır bu ve üçüncü parça, daha önce hiç rastlanmamış ölçüde temiz ve sağlam bir biçimde kapağın diğer bölümlerine (tabiri caizse, bir anahtarın bir kilide girişi gibi) eklenmekte-yapışmakta ve albüme bir ‘hatıra defteri’ havası vermektedir.

Dikmen, 1978 yılında son 45’liği “Onu Bunu Bilmem Kararlıyım”ı yapar. Sanatçı çok ünlü, çok popülerdir ama Türk popu genel bir durgunluk yaşamaya başlamış ve bu durgunluk 45’lik satışlarının düşmesine yol açmıştır. “Onu Bunu Bilmem Kararlıyım” büyük bir hit haline gelmiş olmasına rağmen, bu plak sonrası Dikmen yeni bir single yapmaz. Dönem artık ‘çiğ köfte’li basın toplantılarıyla tanıtılan ‘taverna – fantezi’ ağırlıklı plakların baş köşeye kurulduğu bir dönemdir ve Dikmen, tam da kendisinden beklenebileceği gibi bu yeni dönemi uzaktan izlemek için köşesine çekilir. Ancak şarkı söyleme aşkı Dikmen’in peşini bırakmaz ve 45’lik değil ama bir albüm hazırlığına başlar. Yeni albümün büyük bir kısmı yeni şarkılardan oluşacaktır. Coşkun’un, düzenlemelerini (en azından büyük bölümünü) Mustafa Özkent’e emanet ettiği ve “Göz Bebeğim” olarak adlandırılmış) bu albüm, yayınlanmasıyla birlikte büyük gürültü koparır. Dikmen’in Coşkun’a yaptığı son 45’lik (“Onu Bunu Bilmem Kararlıyım/İlk ve Son Aşkımsın”) dışında geri kalan şarkıların hepsi yenidir, ilk defa duyulmaktadır. Dikmen ve ekibi, belli ki çok sıkı bir repertuar çalışması sonrası stüdyoya girmiştir. Albümdeki şarkıların büyük bir kısmı (başta açılış şarkısı olan “Zehir Gibi Aşkın Var” olmak üzere) dillere düşer, sevilir. Bu da, Dikmen’in müzik dünyamıza sunduğu bir başka yenilik hatta ‘reçete’ olur: Evet, 45’likler tarihe karışmak üzeredir ama bu müziğin ya da şarkı söylemenin sonu değildir. Sıkı şarkılarla örülmüş bir albümle de, 45’liklerin yokluğu telafi edilebilecek, hit şarkı yaratılabilecektir.

OLACAK OLACAK

Ama bu albüm sonrası her şey (80’li yıllar boyunca) düzgün ya da yolunda gitmez. Ülke derin bir karanlığa gömülmüş ve bu karanlıkta ‘müzik’ (en azından pop müziği) derinlerde bir yerlere itilmiş, raflara kaldırılmıştır. Bu yeni ‘durum’ da, ne Ayla Dikmen’in ne de diğer müzisyen ve yorumcuların değiştirebileceği bir şeydir. Siyasi yapının düzelmesini, en azından ‘makul’ bir yola girmesini beklemek dışında kimsenin elinden bir şey gelmemektedir.

‘Müzik’ adına her şey, bir zaman sonra bir şekilde düzene girecektir de. 80’li yılların sonuna doğru genç şarkıcıların açtığı yeni bir sayfa sonrası Türk popu yeniden dalgalanacak, dalgalar birkaç yıl içinde bir fırtınaya dönüşecektir. Ancak ne yazık ki, bu yeni açılan dönemde Dikmen yeni bir şeyler yapmaya fırsat ya da imkan bulamayacaktır. Sanatçı, o uzun ve bitmek bilmez bekleme zamanlarında ciddi sağlık sorunlarıyla boğuşmaya başlamış ve bu boğuşma sırasında ister istemez müzik ve şarkılar Dikmen’in hayatında geri plana düşmek zorunda kalmıştır.

Kaynak: Last.fm

Bu sayfada bulunan metinlerin kaynağı sonunda belirtilmiştir. İçeriklerin hatalı ya da uygunsuz olduğunu düşünüyorsanız lütfen bizi bilgilendirin.